Telif Bildirimi ve Kitap Kaldırma İstekleri İçin
Sis ve Ay Işığı

Kategori: Edebiyat Yazar: Meşa Selimoviç Yayınevi: Saltokur

Sis ve Ay Işığı

Tanıtım Bülteni
Zaman, büyük değişimlerin yaklaştığı 1940’lar. Yer, Naziler tarafından işgale uğrayan ve dört bir yandan parçalanan, krallıktan Sosyalizme geçiş sancıları çeken Yugoslavya. Her yanı kuşatan kesif bir sis ve içinde her kırk yılda bir kendini tekrar eden savaş. Ve bu boğucu çemberin dışında kalmak isteyen mutsuz bir karı kocanın kışlaya dönen ıssız bir ovadaki evleri. Yaşananlardan uzak kalmak isteyen Yovan, varoluşu tümden sorgulayarak kendi içindeki savaşa dalmışken, genç karısı Luba ise bu kuşatmayı içselleştirerek kadın gözünden bir savaş anlatısı sunuyor bizlere. Sis ve Ay Işığı (1965), İkinci Dünya Savaşı sırasında, Meşa Selimoviç’in Partizanlara bizzat katılarak gözlemlediği anti-Nazi direnişinden esinlenerek yazılmış bir roman. Yazar, savaşı yer yer şiirsel biçimde, yer yer de karakterlerin psikolojik çözümlemeleriyle tahlil eder. Selimoviç’i, Derviş ve Ölüm ile Kale gibi başyapıtları yazmasına hazırlayan eseri olarak görülen bu roman, aynı zamanda lirik dili ve Dostoyevskivari karakterlerinden dolayı Partizan edebiyatının zirvesi olarak kabul edilmektedir.
Kitap Adı Format Boyut Bağlantı
Sis ve Ay Işığı PDF 6.23 MB İndir
Sis ve Ay Işığı EPUB 6.96 MB İndir
Sis ve Ay Işığı MOBİ 5.49 MB İndir
Sis ve Ay Işığı ODF 5.86 MB İndir
Sis ve Ay Işığı DJVU 7.32 MB İndir
Sis ve Ay Işığı RAR 4.76 MB İndir
Sis ve Ay Işığı ZIP 4.39 MB İndir

Sponsorlu Kitaplar

Satıcı Kitap Adı Bağlantı
BKM Kitap Sessizlik Artık Sensizlik Satın Al
Kitapyurdu Yüreğin Yorgunluk Görmesin Satın Al

Kitap Yorumları - (5 Yorum)


Sis ve Ay Işığı, Meşa Selimoviç ile tanışma kitabım oldu. Karakterlerin savaşın içindeki mevcudiyetleri ve ruh halleri ile okunan güzel bir roman.

Anlatıcı mütemadiyen değiştiği için yakalamak bazen zor olsa da kitap, okurunu hikayeden koparmıyor. Betimlemelerini sevdim. Duyulara ve duygulara hitap ediyor. Bolca diyalog var.

Savaş zamanında bir köy, bu köyün biraz dışında bir ev, evi yolgeçen hanına dönmüş Yovan, başkalarının ne düşündüğüne aldırmadan yaşayıp giden karısı Luba ve Luba’nın pek de bilinmeyen bir geçmişte -şehirde- saklı sevgilisinin hayali etrafında dönen gerçekçi bir hikayeye tanık oluyoruz.

Belirsizliğin ve savaşın insanlar, topraklar üzerindeki yıkıcı etkisini gösteriyor. Süresiz bir bekleyiş ve bilinmeyenin beraberinde getirdiği tekinsiz, ürpertici havayı solutuyor bize. Çoktan kabullenilmiş bir huzursuzluk içinde aheste biçimde bekleyen insanları okuyoruz.

Yüzleşmeler, iç hesaplaşmalar, hiç dile gelmemişler, bir daha asla söylenemeyecekler bekliyor bizi.

Başlarda anlatıcı değişikliğini kavramak ve karakterleri ayırt etmek pek kolay olmasa da, hikaye ilerledikçe karakterler belirginleşerek daha net ve keyifli bir okuma deneyimi yaşattı.

Bir film izler gibi, gerçek bir hikayeye tanıklık eder gibi akıp gidiyor 142 sayfalık bu roman. Ben etkilendim, öneririm.


Balkanların son yüzyıllarda makûs bir talihi vardır. Savaş Balkan coğrafyasının adeta ruhuna işlemiş, insanlar savaşın içinde doğmuş ve ölmüşlerdir. Bu yüzden yazılan edebi eserlerde mutluluğu dağıtan, kasvetli bir karanlık çoğu zaman hissedilir. Kimi zaman hayatın ışığına sis-pus mani olur, kimi zaman insanlar için ay ışığı karanlıklarda umut olur. Meşa Selimoviç’in eseri de savaşın karanlığında ışık saçan bir mum ışığını andırır.

Meşa Selimoviç, Balkan coğrafyasının göbeğinde Bosna’nın Tuzla şehrinde gözlerini dünyaya açar. Doğduğu yer 1. Dünya Savaşının fitilin ateşlendiği coğrafyaya pek uzak değildir. Deyim yerindeyse doğumuyla beraber savaş onun için bir kader olur. İlk ve orta öğrenimini Tuzla’da bol bol okuyarak tamamlar. Sonrasında Sırp Dili ve Edebiyatı öğrenimi görür. 2. Dünya Savaşı öncesi yine başka bir savaşın içerisine dalar. Halk Kurtuluş Cephesiyle dağlarda savaşır. Son olarak Hırvat Ustaşalar Örgütü tarafından tutuklanıp hapis yatar.

Tabii, böyle bir biyografiye sahip yazarın fazlasıyla pembe tablolar çizmesi biraz zordur. Ama eserinde bahsettiği sisi ve karanlığı dağıtacak argümanları yaratmakta pek zorluk çekmez. Savaşın karanlığında bile aşk insanların yüreğini diri tutabilir. Ya da umudun ipine sıkı sıkıya sarılan bir karakter geleceğinin sınırlarını zevkle tahayyül edebilir. Selimoviç bu şekilde okurunun karşısına kötüdeki iyiyle çıkar.

Selimoviç’in eseri birazda otobiyografiyi andırır. Zira 2. Dünya Savaşı yıllarıdır. Almanlar, toplarıyla tüfekleriyle Balkan coğrafyasını silindir gibi ezmeyi planlamaktadırlar. Etnik yapısı karışık Balkan coğrafyası ise, dostun düşmanın kim olduğunun pek anlaşılamadığı bir mahşeri andırmaktadır. Bu nedenle Selimoviç’in karakterleri savaşın şokuyla hayatı ve çevreyi anlamlandırmaya çalışırlar.

Karakterlerin o tahayyüle zor gelen savaş tablolarını yorumlamaları ise, yazarın üst düzey maharetiyle sanatsal bir ifade kazanır. Sonuçta yaşanılan acıların ve mutlulukların en iyi ifadesi ruhta kendine yer bulur. Esasında bedenin fiziksel yaralarıyla savaşan birinin ruh tahribatını yansıtmak zordur. Karakter, kendisine biçilen savaş yaralarını ruhen başka mevzularda kendisini göstererek yansıtır. Selimoviç ustalığını burada gösterir. Ruhun üzerindeki karanlık farklı kaygıları dert edinerek dağıtılır. Misal insanların kayıp canlarını aradıkları, huzurun peşinde koştukları, bir coğrafyada pekala aşkın peşinde de koşulabilir.

Toplumsal olan kaderin, bireysel yansımaları ise her karakterin dilinden ve ruhundan farklı şekillerde sökün eder. Gençliğin yaşanmayışı, tatminsizlik, aşk acısı, geçim kaygısı, çaresizlik, gelecek endişesi vb. durumlar derin ruhi temaslı yargılarla karakterlerin hallerinden okunur. Aslında iyi bir eserden beklenen de budur. Halin, üstün yetenekle izahı yeni yorumların düşünce boyutunu zorlamasına neden olur. Yani anlatılanlardan çıkarılması gereken dersler artar. Selimoviç mevcut hali ortaya koyar, karakterler vasıtasıyla mekânı ve ruhsal tabloyu zihninde birleştiren okur ise kendi tahayyülünde sonuca ulaşır. Bir anlamda zengin edebi malzeme, okura düşün yolunda çok fazla imkân verir.

Selimoviç, çetelerin uğrak bir güzergâhı üzerinde bulunan alelade bir köy evinden(kitabın şık tasarlanmış kapağında bu evi görmek mümkün) muazzam hikâyeler çıkarır. Savaşın duyarsızlaştırdığı insanlara isnat edilenlerle, anlatı ziyade bir hal alır. Üstelik Selimoviç’in savaş şartlarını birebir yaşamasından dolayı değerlendirmeleri fazlasıyla objektiftir. Zira bazen gerek okur gerekse de yazar, savaş şartlarını yaşamadan olayın tamamen dışında bir yorum ya da izlenime sahip olabilir. İşin açıkçası bu tarz hayali savaş yorumları biraz temelsiz kalır. Selimoviç ise yaşanılanı yaşadığından ötürü içerden birinin sesini okura duyurur.

Tabii bu kadar savaşla hemhal bir anlatıyı benimsememiz, kitabın birebir çatışmaların olduğu emsalsiz maceralarla şekillenen bir havası olduğu fikrini ortaya çıkarabilir. Oysaki savaş eserde güçlü bir dekordur. Ya da karanlık tonların olduğu bir tuvaldir. Yazar ustalığını dekorun üzerinde konuşturarak gösterir. Anlatımın güçlü oluşu okurda mevzunun savaş harici bir konu olsa da etkili olacağı hissini uyandırır.

Yazarın yer yer ele aldığı insanlara dair felsefi yaklaşımları ise hayatı sorgulama açısından okuru tetikler. Hatta bir filozofu andıran tespitleri kitabın içinde elmas gibi parlar. Esasında sırf bunlar için bile kitap okunmaya bedeldir. Misal: “İnsan huzurlu yaşamak için yaratılmamış mıdır? Burası huzur işte. Elimizle yakalayamadığımız, bize ait olmayan, iç içe olmadığımız şey bizim değil, başkasının (s.105).” Bu alıntı kitabın iç sesinin yer yer nasıl bilgece bir üslup takındığı gösterir.

Biçim olarak eserin çevirisi genelde anlaşılır olup, yazarın kendisine özgü bir üslup söz konusudur. Duyguların bazen kime ait olduğu tam fark edilmez. Üstelik romanın anlatıcısının sesi çoğu zaman karakterlerinkiyle karışır. Sonuçta acının, kederin bulunduğu her ortamda duyguların daha da karmaşıklaştığı durumlar söz konusudur. Hatta duygu-durumu bozan dünya hallerine tepki verenler destanları andırır bir serzenişle yorumlarını dile getirirler. Selimoviç’in romanı ilk anda insanda bu hissiyatı uyandırır. Sanatsal edebi bir dilin kullanıldığı bu eser, duyguları harekete geçirmekle birlikte okuru sarıp sarmalayacaktır.


Bosnalı yazar Meşa Selimoviç kimilerinin gözünde Balkanların Yaşar Kemal’i olarak nitelendirilir. Aslında şu an bilinen en ünlü eseri ‘Derviş ve Ölüm’dür. Elimizdeki bu kitap ‘Sis ve Ay Işığı’ da bence okunması gereken klasikler arasına girebilir.

2. Dünya Savaşı yıllarının Alman işgali altındaki Yugoslavya’sında bir karı koca olan Luba ve Yohan evlerini mecburen partizanlarla paylaşmaktadır. Zaten mutsuz olan ve birbirlerine hiç uymayan bu çift için hayat yeterince zor ve karmaşıkken, yaralı bir askerin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmaları ile tam bir girdabın içine düşerler.

Luba büyüdüğü kasabadaki kadınlardan farklı, alımlı ve derin hayalleri olan bir kadındır. Dolayısıyla evlenmek mecburiyetinde kalınca sakin köy yaşamına alışmakta oldukça zorlanmıştır. Yohan içine kapanık, kaba saba bir köylüdür. Karısını anlamakta ve ona uygun davranmakta güçlük çekmektedir. Ki ataerkil toplumun dayatmaları zaman zaman aklını karıştırmakta ve hem kendisinin hem karısının yalnızlaşmasına neden olmaktadır.

Eserde, savaşın ruhu ve insanları ne şekilde etkileyebildiği oldukça güzel betimlenmiş. Selimoviç zaten kendisi de savaş yıllarını yaşadığından bu kasvetli havayı yansıtmakta başarılı oluyor. Genel itibariyle eseri beğendim. Sade dili, akıcı ve anlaşılır üslubu ile sizlerde çok rahat okuyabilirsiniz.

Madem Selimoviç’e Balkanların Yaşar Kemal’i dedik, o halde ünlü dörtleme ‘Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana/ Bir Ada Hikayesi 1’den bazı alıntılarla savaşa dair vurgulamaları paylaşarak noktayı koyalım.
“Aaaah, savaş. Şu yeryüzünde canlı koymadı kırdı geçirdi. Gökteki kuşu, yerdeki börtü böceği, sudaki balığı…” (sayfa 302)

“Biz her şeyimizi, insanlığımızı yitirdik. Bu savaşlar neyimiz var, neyimiz yoksa hepsini aldı götürdü. Yüreğimiz çırılçıplak kaldı.” (sayfa 274)


II. Dünya Savaşı’nda Yugoslavya’da savaş koşullarının, bir köyün dışındaki çiftlikte yaşayan şehirli bir kadının beklentileri üzerinden ağırlıklı olarak psikolojik tahlilinin anlatıldığı bir eser. II. Dünya Savaşı’nın şartlarını yaşamış yazarın iç dünyasına yönelik önemli unsurlara eserde ulaşılabilir.
Eserin olay örgüsü son derece basit olup köyün dışındaki müstakil çiftliklerinde kendi hâlinde yaşayan mutsuz bir çiftin, Luba ve Yovan çiftinin, Partizanların gelip gitmeleriyle başlayan ve sonrasında Nazilerin gelmesiyle sonlanan hayatlarından bir kesit sunulmaktadır. Luba şehirde yetişmiş ve sonra bir köylü ile evlenen düşünceleri, konuşması, hâl ve hareketleri köylü kadınlardan ayrılan bir kadın. Şehirdeki hayatından sonra sosyallikten uzak son derece monoton bir hayatın içerisinde. Aynı zamanda kendi hâlinde tarla ve hayvanlarıyla uğraşan Yovan’ın içine kapanık hâleti ruhiyesi ise Luba’yı daha da yalnızlaştırmakta. Partizanların evlerine sık sık geldikleri zorunlu ziyaretlerin birinde yaşadığı şehirle ilgili anlatılan bir hatıra Luba’yı alır ta uzaklara götürür. Kalbinin gizemli bir dehlizindeki hatıralar tekrar canlanır ve bu hatıralar kendisini adeta esir alır. Luba’nın iç dünyasındaki aşk ve savaşla ilgili korku, beklenti ve ümidin anlatıldığı tahlillerle bezenmiş bir eser.
Eser; Luba üzerinden savaşı, kadın bakış açısıyla ele almaktadır. Zaman ve atmosfer eserin anlattığı dönemi aşmaktadır. “Derviş ve Ölüm” adlı eserinde olduğu gibi yazar bu eserde de kendi şahsi hayatından hareketle evrenselliğe ulaşan bir bakış açısıyla konuyu ele almıştır.
Luba, sakin köy yaşamının aksine aktif olup geleceğe yönelik hayallerle doludur. Ayrıca eserde çok sayıda iç konuşma/diyalog mevcuttur. Zaman zaman tasvirler ve detaylar monotona dönebilmekte ve eserin genel bakışını anlamayı zorlaştırabilmektedir. Buna ilaveten diyalogların nasıl gerçekleştiği ve diyaloğa kimin nasıl geldiği zaman zaman karışabilmektedir.
İç dünyalardan ayrı olarak yazarın kadını resmetmesi dikkati çekmektedir: “Bir kadının aklından geçenleri kim bilebilir ki! Kapalı ve dipsiz bir mağara gibidir,…” (s. 18). Esasında bu ibareden kadın ve erkek yapılarının farklılığı, kadının kendine özgü bir yapısının olduğu, ancak erkeğin de her şeyi kavramak istediğine dair bir isteğinin olduğu sonucuna ulaşılabilir.
Yazarın hayata dair tecrübelerine ilişkin sevgi ve nefretle mukayese edildiğinde yok sayılmanın muazzam ağırlığından, sosyal mesafenin izafiliğinden ihanete kadar farklı konularda görüşler ortaya konulmuştur. İnsanlardaki sahiplenme duygusunun başka bir dünyanın var olduğuna inanamamalarına bağlanması da (s. 48) bu bağlamda zikredilebilir.
Kadına karşı ataerkil bakış açısıyla ilgili toplumdaki yaklaşıma dair izlenimler az da olsa eserde yer almaktadır. Eşlerinin kadınları dövmelerinden ve onlara bağırıp çağırmalarından köy yaşamının türlü zorluklarına kadar ataerkil yapı eserden anlaşılmakta, ancak yazar bilgeliğiyle kadının dövülmesiyle ancak erkeklerin kendi ruhlarını öldürdükleri sonucuna varmaktadır.
Eserinin ismindeki sis ve ay ışığı çeşitli metaforları ifade eden anlamlar taşımaktadır. Sanki, gün geceden oluşmakta ve aydınlık (ay ışığı) ile karanlık (sis) olmak üzere iki parçadan meydana gelmektedir. Eskilerin aşina oldukları ay ışığına odaklı çalışma ve hayatı tanzim etmeye dayalı hayat tarzına dair önemli çıkarımlar eserde bulunmaktadır. Geceden hareketle esere genel bir sessizlik duygusu hâkim. Belki de sessizliğin romanı olarak niteleyebiliriz eseri. Eserin sonunda da Luba’nın karanlığa ve yalnızlığa yürümesi de eserin genel atmosferini destekler niteliktedir.
Eser, Türkçenin kullanımı ve imla kurallarına uyum bakımından genel olarak iyi. Eserin tercümesi sade, akıcı ve anlaşılırdır. Bu bağlamda eserin yazıldığı dil olan Boşnakçadan tercüme edilmesi de metnin doğrudan Türkçeye aktarılması bakımından önemlidir.
Bir hatıranın anlatılmasının anlamından gözyaşına kadar çeşitli ve anlamlı duyguların yüklü olduğu ve psikolojik tahlillerin ağırlıklı olarak yer aldığı güzel bir eser.


savaş dönemini edebi bir dille anlatan ve çok fazla altını çizmemiz gereken noktası olan güzel bir eser.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

*

*