Tadeusz Borowski 1943 yılında tutuklanıp Auschwitz'e gönderildiğinde henüz genç ve yetenekli bir şair olarak edebiyat dünyasına adını duyurmaya çalışıyordu. Taşlaşan Dünya'daki anlatılar, yazarın Auschwitz ve Dachau'daki soykırım deneyimini merkeze alıyor. Hayatta kalma mücadelesinin merhameti hükümsüz kıldığı bir dünyadır anlatılan. Bir yanda gündelik yaşamlarını sürdüren tutsaklar, diğer yanda yanıbaşlarında katledilen kardeşleri. İnsanlar arasındaki ayrımın ikinci bir kâse çorbaya, fazladan bir battaniyeye ya da kalın tabanlı bir çift ayakkabıya indirgendiği, normal ve normal olmayan arasındaki ince çizginin kaybolduğu korkunç bir atmosfer. Polonya'da, II. Dünya Savaşı'ndan sonra yayımlanan Taşlaşan Dünya, dünya edebiyatının kuşkusuz en önemli başyapıtlarından biridir.
Zeyyat Selimoğlu çevirisi. Belgesel öykü diyorlar, belki kurguyu yıkmaya çalışacak kadar gerçeklikle dolu olduğu için. Borowski’nin dediği: “Evet, edebiyata tanınmış çok eski bir çareye başvurulabilir. Gerçeği söylüyorum görünümü içinde yalan da söyleyebilirdim, ne var ki buna yetecek düş gücünden yoksunum.” (s. 6) Savaşın başında kamplara sürüklenmiş bir ari o, yine de işgal edilen bir ülkenin vatandaşı ve katliamın her bir aşamasını görmeye lanetli. Sanatçı duyarlılığı, dehşet dolu yılları olanca gerçekliğiyle canlandırıyor. Borowski öykülerin çoğunu yirmilerine gelmeden yazmış, sıcağı sıcağına. Vonnegut savaş anılarını yazmak için yıllar boyunca beklemişti, Borowski’nin öyle bir şansı yok. Kamptan kampa sürükleniyor, her an kafasına bir kurşun yiyebilir, böyle bir hiçliğin ortasında var olmak için yazmaktan başka şansı yok. Kuru bir anlatı da değil onunki, zengin çağrışımlı imgelerle süslü. Misal: “Geceden incecik bir perdeyle ayrılmış pencerenin dibinde, çenesinin altında kemanıyla kederli, gençten bir adam duruyor.” (s. 13) Geceden incecik bir perdeyle ayrılmış pencere, müthiş. Herta Müller’in vardır buna benzer cümleleri, keyif verir.
Maria’dan Ayrılış: Kronolojik öyküler, Polonya’nın işgalinin ilk günleriyle başlıyor. Tadek nam sanatçı kahramanımız, batmaktan beter olmuş ülke ekonomisi can çekişirken arkadaşlarıyla birlikte ipe sapa gelmez işler yaparak hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Umutsuzluk, gri üniformalı askerlerin sokaklarda boy göstermesiyle tavan yapıyor. “‘Bizlere yardımcı olacak şey, sadece kendi şaşırtıcı deneyimlerimiz, düş kırıklığına uğratan, kendi serüvenlerimiz. Hiç de elverişli olmayan bir ölçü!'” (s. 12) İnsanların ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte şehir huzursuzluğun başkenti oluyor, Tadek’i de yakalıyorlar. Öğreniyor ki Maria melez olduğu için gazlanmış. Sabun olmuştur çoktan, kim bilir? Ortadan kaybolanlardan bir daha haber alınamıyor, ölüm kamplarının kurulmaya başlamasına biraz daha var.
Öyle Bir Gün: Çalışma kampı, Almanların estirdiği terör son derece yalın. Kiev’in alındığı sıralar, 1941. Ruslar geri gelecek ama daha zaman var, yapılması gereken ölmemeye çalışmak. Enternasyonal’i ıslıkla çalan Tadek, ölümün eşiğinden dönüyor, babasından yadigar kalan saati almak isteyen komutana karşı çıkıyor ve saatinin parçalarını yerden toplamak zorunda kalıyor. Kampta her gün eleme yapılıyor, çalışamayacak durumda olanlar bir mermiyle bu durumlarını garantiliyorlar. Sonraları mermi zayiatı olmaması için büyük, geniş odalarda gaz banyoları yapılıyor, malum. Neyse, esir Yunanlar için üzülmemek elde değil; kampın en açları. Yemek paylaşımı esas, esirler birbirlerine yardım ediyorlar ama gözlerden uzak olmaları lazım, yoksa elenebilirler, en hafif ceza olarak tekmelenmekten kendilerinden geçerler.
“Yaşlı, saçı başı ağarmış Yunanlı, iki kolunu göğe doğru kaldırıyor: ‘Ey Tanrım, ne sefil insanlarız!’
Mavi, soluk gözler göğe dikilmiş. Gök de öyle, mavi ve soluk.” (s. 83)
İncil Okuyan Çocuk: Yahudilerin toplanmasına dair. Devlet kademesindeki çoğu insan hapis, kart oynuyorlar. Koğuşa küçük bir çocuk getiriliyor. Durmadan okuyor, kimseyle konuşmuyor. Kitabını ödünç vermiyor da. Kurşuna diziliyor. Sessizliği sürüyor.
Bayanlar Baylar, Buyurun Gaz Odasına!: Remarque’ın adını hatırlayamadığım bir romanı var, isimlerini yitirip numaralara dönüştürülmüş insanların gaz odalarına alınmalarından önceki süreci anlatır. Bir de neydi, bakıp geleyim, İnsanın Anlam Arayışı. Bu kitapta da gaz odalarından kurtulan Victor E. Frankl’ın yaşadıklarını görürüz. Varlığın anlamını yitirdiği noktada kendi anlamını yaratmış bir adamdır Frankl, saygı duyulasıdır ama sanıyorum en, en, en çarpıcı gaz odası maceraları bu öyküdedir. Sağlam sinir gerektiren bir öyküdür, saf kötülüğün eline düşmüş insanların yaşadıklarını anlatır.
Ulan yine kalbim sıkıştı, özet geçip bitireyim. Vagonlara ziplenmiş insanlardan boğulmayanları ve açlıktan/susuzluktan ölmeyenleri indirilir, odalara alınır. Yürüyemeyen çocukların kafaları patlatılır, ölü çocuklar annelerine fırlatılır. Odalarda öldürülen insanlar altın dişlerine kadar soyulur ve yakılır. Böylesi bir acıya karşı kurgu dinamiklerini kaybeder, anlamsızlığın içinde okur kör topal ilerlemeye çalışır. Korkunç.
Birçok öykünün yanında fragmanlar da mevcut; kısa öyküler farklı saçmaları, acıları anlatır.
II. Dünya Savaşı’na dair yazılmış en sert metinlerden biri.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Zeyyat Selimoğlu çevirisi. Belgesel öykü diyorlar, belki kurguyu yıkmaya çalışacak kadar gerçeklikle dolu olduğu için. Borowski’nin dediği: “Evet, edebiyata tanınmış çok eski bir çareye başvurulabilir. Gerçeği söylüyorum görünümü içinde yalan da söyleyebilirdim, ne var ki buna yetecek düş gücünden yoksunum.” (s. 6) Savaşın başında kamplara sürüklenmiş bir ari o, yine de işgal edilen bir ülkenin vatandaşı ve katliamın her bir aşamasını görmeye lanetli. Sanatçı duyarlılığı, dehşet dolu yılları olanca gerçekliğiyle canlandırıyor. Borowski öykülerin çoğunu yirmilerine gelmeden yazmış, sıcağı sıcağına. Vonnegut savaş anılarını yazmak için yıllar boyunca beklemişti, Borowski’nin öyle bir şansı yok. Kamptan kampa sürükleniyor, her an kafasına bir kurşun yiyebilir, böyle bir hiçliğin ortasında var olmak için yazmaktan başka şansı yok. Kuru bir anlatı da değil onunki, zengin çağrışımlı imgelerle süslü. Misal: “Geceden incecik bir perdeyle ayrılmış pencerenin dibinde, çenesinin altında kemanıyla kederli, gençten bir adam duruyor.” (s. 13) Geceden incecik bir perdeyle ayrılmış pencere, müthiş. Herta Müller’in vardır buna benzer cümleleri, keyif verir.
Maria’dan Ayrılış: Kronolojik öyküler, Polonya’nın işgalinin ilk günleriyle başlıyor. Tadek nam sanatçı kahramanımız, batmaktan beter olmuş ülke ekonomisi can çekişirken arkadaşlarıyla birlikte ipe sapa gelmez işler yaparak hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Umutsuzluk, gri üniformalı askerlerin sokaklarda boy göstermesiyle tavan yapıyor. “‘Bizlere yardımcı olacak şey, sadece kendi şaşırtıcı deneyimlerimiz, düş kırıklığına uğratan, kendi serüvenlerimiz. Hiç de elverişli olmayan bir ölçü!'” (s. 12) İnsanların ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte şehir huzursuzluğun başkenti oluyor, Tadek’i de yakalıyorlar. Öğreniyor ki Maria melez olduğu için gazlanmış. Sabun olmuştur çoktan, kim bilir? Ortadan kaybolanlardan bir daha haber alınamıyor, ölüm kamplarının kurulmaya başlamasına biraz daha var.
Öyle Bir Gün: Çalışma kampı, Almanların estirdiği terör son derece yalın. Kiev’in alındığı sıralar, 1941. Ruslar geri gelecek ama daha zaman var, yapılması gereken ölmemeye çalışmak. Enternasyonal’i ıslıkla çalan Tadek, ölümün eşiğinden dönüyor, babasından yadigar kalan saati almak isteyen komutana karşı çıkıyor ve saatinin parçalarını yerden toplamak zorunda kalıyor. Kampta her gün eleme yapılıyor, çalışamayacak durumda olanlar bir mermiyle bu durumlarını garantiliyorlar. Sonraları mermi zayiatı olmaması için büyük, geniş odalarda gaz banyoları yapılıyor, malum. Neyse, esir Yunanlar için üzülmemek elde değil; kampın en açları. Yemek paylaşımı esas, esirler birbirlerine yardım ediyorlar ama gözlerden uzak olmaları lazım, yoksa elenebilirler, en hafif ceza olarak tekmelenmekten kendilerinden geçerler.
“Yaşlı, saçı başı ağarmış Yunanlı, iki kolunu göğe doğru kaldırıyor: ‘Ey Tanrım, ne sefil insanlarız!’
Mavi, soluk gözler göğe dikilmiş. Gök de öyle, mavi ve soluk.” (s. 83)
İncil Okuyan Çocuk: Yahudilerin toplanmasına dair. Devlet kademesindeki çoğu insan hapis, kart oynuyorlar. Koğuşa küçük bir çocuk getiriliyor. Durmadan okuyor, kimseyle konuşmuyor. Kitabını ödünç vermiyor da. Kurşuna diziliyor. Sessizliği sürüyor.
Bayanlar Baylar, Buyurun Gaz Odasına!: Remarque’ın adını hatırlayamadığım bir romanı var, isimlerini yitirip numaralara dönüştürülmüş insanların gaz odalarına alınmalarından önceki süreci anlatır. Bir de neydi, bakıp geleyim, İnsanın Anlam Arayışı. Bu kitapta da gaz odalarından kurtulan Victor E. Frankl’ın yaşadıklarını görürüz. Varlığın anlamını yitirdiği noktada kendi anlamını yaratmış bir adamdır Frankl, saygı duyulasıdır ama sanıyorum en, en, en çarpıcı gaz odası maceraları bu öyküdedir. Sağlam sinir gerektiren bir öyküdür, saf kötülüğün eline düşmüş insanların yaşadıklarını anlatır.
Ulan yine kalbim sıkıştı, özet geçip bitireyim. Vagonlara ziplenmiş insanlardan boğulmayanları ve açlıktan/susuzluktan ölmeyenleri indirilir, odalara alınır. Yürüyemeyen çocukların kafaları patlatılır, ölü çocuklar annelerine fırlatılır. Odalarda öldürülen insanlar altın dişlerine kadar soyulur ve yakılır. Böylesi bir acıya karşı kurgu dinamiklerini kaybeder, anlamsızlığın içinde okur kör topal ilerlemeye çalışır. Korkunç.
Birçok öykünün yanında fragmanlar da mevcut; kısa öyküler farklı saçmaları, acıları anlatır.
II. Dünya Savaşı’na dair yazılmış en sert metinlerden biri.